1965 yılı olmalı. Evde sürekli bir panayır konuşması. Panayır geliyor, panayır başladı gibi. O zamanlar panayırlar çok önemli tabi. Neredeyse köylü yıllık alışverişini panayırlarda yapıyordu. Giyecek, kap kacak gibi. Panayırlarda hayvan pazarı da olur, köylü satmak istediği hayvanları varsa bunları da panayıra götürürdü. Bunun yanında sebze pazarları da kurulur yine köylü satabileceği hangi ürün varsa getirip satardı.
Bir akşam babam sabah erken kalkın sizi Karasu'ya ( bugünkü Erfelek'e o zamanlar Karasu deniyordu) panayıra götüreceğim dedi. Siz dediği 4-5 yaşlarında ben, benden bir yaş büyük abim ve ondan 4 yaş büyük ablam. Ben panayırın ne olduğunu bilmiyorum ama bir yere gidecek olmam heyecanlandırdı. Abimle ablamın heyecanı daha farklıydı belki. Onlar bilerek gideceklerdi. Gece zor da olsa uyuduk. Sabah gün ışımadan annem bizi kaldırdı hazırladı. Zorla bir şeyler yedirdi aç gitmeyelim diye. Sonra yine karanlıkta babamın peşine takılarak araba yoluna kadar olan yokuş yolu yürüyerek çıktık. O zamanlar babamın ortağı olduğu bir otobüsleri vardı. Sinop, Ayancık, Erfelek seferleri yapıyorlardı. Ben Erfeleğe ilk defa gidecektim. Daha doğrusu ilk defa bir kasabaya gidecektim. Köyün merkezi sayılan ; kahve , bakkal, cami ve okulun olduğu yerdeydi otobüs. Biz oraya kadar yürüdük. Orada bir kısım yolcu otobüste bir kısmı dışarda bekleyenler vardı. Babam bizi de bindirdi. Bir müddet daha bekledikten sonra dışarıda olan yolcular da tek tek yerlerine geçtiler ve otobüsümüz hareket etti. Dışarısı pek aydınlık olmadığı için çok keyifli gelmedi yolculuk başlarda ama bir süre sonra gün ışımaya başlayınca komşu köyleri görmek, yollarda bekleyen yolcuların otobüsü durdurmaları binmeleri, herkesle merhabalaşıp hemen sohbete başlamaları yolculuğu zevkli hale getirdi. Farklı köylerden de olsalar herkes birbirini tanıyordu.
Uzun sayılabilecek yolculuğumuz boyunca yola yarısı boş çıkan otobüsümüz neredeyse dolmuştu. Bu arada gün ağarmış yol güzergahında bulunan evlerin önlerinde insanlar görmeye başlamıştık. yol boyunca da panayıra satmak için hayvanlarını götüren köylülere rastlıyorduk. Satışa giden hayvanların boyunlarında alınlarında dizi dizi boncuklar süsler takılıydı.
Biz uzun bir müddet yolculuk yaptıktan sonra geçtiğimiz köylerin aksine evlerin birbirine çok yakın olduğunu görmeye başladık. Ablam yaklaştık artık dedi. Otobüs bir müddet sonra hızını azalttı. Evler hemen yolun dibindeydi. otobüs evlere çarpacak korkusu yaşadığımı hatırlıyorum.
Nihayet otobüs bir yerde durdu ve biz de herkesle bir otobüsten indik. Babamın peşine takılarak yürümeye başladık. Ablamın elini sıkı sıkı tutuyordum. Çok kalabalıktı ve bu kalabalıkta kaybolurum korkusu yaşıyordum. Kasabanın merkezinde bir köprüden geçerken köprüde gördüğüm bir adam bana günün ilk şokunu yaşattı. Kısa kollu bir gömlek giymişti adam ve kolunun dirseğinden aşağısı yoktu. Hayatımda gördüğüm ilk özürlü insandı. Bir insanın vücudunun bir parçası olmadan nasıl yaşayacağını tahayyül edemiyordum. Çok üzülmüştüm. bütün gün ve onu takip eden günlerde gözümün önünden gitmedi adam. Sürekli nasıl yemek yiyebiliyor, çorabını giyebiliyor mu gibi sorular kafamda döndü durdu.
Geçtiğimiz cadde ve sokaklar adeta insan seli gibiydi. Babam bizi biraz dolaştırdıktan sonra yemeğe gidelim dedi. Ömrümde ilk defa bir lokantaya gitmiştim. çok tatlı dilli bir amca bizi karşıladı. O zamanlar bilmiyordum ama sonradan o lokantanın erfeleğin sayılı aşçılarından aşçı Yaşar'ın lokantası olduğunu öğrendim. Şimdilerde Erfeleğin meşhur Öztürk lokantası Sebahattin Öztürk'ün babasının lokantasıydı. Babam bize ne yemek istediğimizi sordu. Benim köprüde gördüğüm adamdan sonra bir şey yiyecek halim kalmamıştı. Belki çekingenlikte vardı ben bir şey yemeyeceğimi söyledim. Boğazına düşkünlüğü ile bilinen abim mi istedi babam mı söyledi bilmiyorum bizim hepimize de ciğer yemeği geldi. O gün nedense ablamda bir şey yemedi. ben de yemedim. Abim hepimizin tabaklarındakileri yemişti ve günlerce konuşup gülünmüştü nasıl yedin o kadar ciğeri diye.
O gün babam bizi mutlu etmek için elinden geleni yaptı. Benim aklıma ara sıra köprüdeki adam gelse de ilgimi çeken bir şey görünce unutuyordum. Karasu rengarenk cıvıl cıvıl dı. her yerde insanlar vardı. tezgahlar da rengarenk ti. Ne ararsan vardı. Bir tane sabun satıcısı vardı. Ahenkli ahenkli bağırıyordu. ''Ayvalık marka sabunlar'' diyerek. 80 li yıllarda gelin olarak geldiğim Erfelek'te pazara gittiğimde aynı sabuncuyu yine aynı ahenkle ''Ayvalık marka sabunlar'' diye bağırırken bulmam benim için büyük sürpriz olmuştu.
Babam bizi bir müddet sonra çadır gibi bir yere götürmüştü. Çadırın içinde izleyiciler vardı. Bir perde açıldı. iki adam, biri yarı beline kadar çıplaktı. Birbirlerine bağırarak bir şeyler söylediler. Sonra yarı çıplak olan adama diğeri aniden bir kılıç sapladı kılıcın ucu adamın sırtında göründü ve hemen perde kapandı. çok korkmuştum. Babam eğilip gerçek değil bu dedi ama yine de korkunçtu. Sonra perde yine açıldı. Bu sefer ortada üzeri tamamen örtülü bir masa. Üzerinde kocaman tencere kapağı gibi bir şey. adamın biri masanın başında bir şeyler yapıyordu. sonra birden kapağı kaldırdı. Kapağın altında bir genç kız kafası vardı. Kız sağa sola bakıyordu. Sonra perde tekrar kapandı ve biz çadırdan çıktık. Artık tek isteğim bir an önce eve gitmekti.
Dönüş yolunu pek hatirlamıyorum. Yorgunluktan uyumuş olmalıyım. O gün babacığım çocuklarına güzel bir gün yaşatmış olmanın gururu ve mutluluğu ile dönmüş olmalı, Ablam bizi kaybetmemenin sorumluluğu ile çok tadına varabildi mi bilmiyorum. Belki bizden fırsat bulduğunda yaptığı alışverişlerle mutlu olmuştur. Abim macera düşkünü olduğundan, değişik yiyecekler tattığından kesin çok mutlu ayrılmıştır. Bana gelince günlerce köprüdeki adama bakacak birinin olup olmadığını, kılıç saplanan adamın iyileşip iyileşmediğini, kapağın altındaki kızın bedeni olmadan nasıl yaşayabildiğini düşünüp durmaktan kendimi alamamıştım. Bu gün baktığım zaman o gün şok üzerine şok yaşamış olsam da iyi ki böyle bir anım da var hayatımda diyorum.
Nur içinde yat babacığım. Mekanın cennet olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder