7 Ekim 2014 Salı

Bir Panayır Macerası


 

Daha 4-5 yaşlarında falandım herhalde. Evde sürekli bir panayır konuşması. Panayır geliyor, panayır başladı gibi. Panayır köyümüzün bağlı olduğu ilçede ( ki şimdi orada oturuyorum) her yıl bir hafta süre ile yapılan şenliklerdi. Yani şimdiki festivaller gibi.  O zamanlar panayırlar çok önemli tabi. Neredeyse köylü yıllık alışverişini panayırlarda yapıyordu. Giyecek, kap kacak gibi. Panayırlarda hayvan pazarı da olur, köylü satmak istediği hayvanları varsa bunları da panayıra götürürdü. Bunun yanında sebze pazarları da kurulur yine köylü satabileceği hangi ürün varsa getirip satardı. 

    Hadi yaşımın ortaya çıkmasını da göz önüne alarak köyümüzde suyun kuyulardan çekildiği elektriğin telefonun olmadığı televizyon diye bir şey duymadığımız yıllardı diyeyim. Teknolojinin sadece radyo kısmını biliyorduk. Kocaman bir radyomuz vardı. Teyzemin üzerine özenerek kılıf diktiği içinde minicik insanların yaşadığını zannettiğim. Kocaman vidaları vardı radyonun. Kocamanda pilleri. Pilleri bittiğinde törenle değiştirilirdi. Ailenin bütün çocukları dizilirdik radyonun etrafına. arka kapağının vidalarını çıkartan büyüğümüzü pür dikkat izlerdik. Kapak açılınca içindeki minik insanları ilk hangimiz görecek diye iddialara girerdik. Her seferinde o insanların gün ışığını görünce radyonun içindeki o küçücük girintili çıkıntılı yerlere saklandıklarını düşünürdük. Biraz saf mıydık ne?  Ama büyüklerimiz de bize hiç bir şeyi izah etmezlerdi ki. Yani lafı uzattım 1960 lı yıllardı.

     Bir akşam babam sabah erken kalkın sizi Karasu'ya ( bugünkü Erfelek'e o zamanlar Karasu deniyordu) panayıra götüreceğim dedi. Siz dediği ben, benden bir yaş büyük abim ve ondan 4 yaş büyük ablam.  O gece heyecandan uzun süre uyku tutmamıştı hepimizi. diğerlerini bilmiyorum ama ben ilk defa kasabaya gidecektim. kasabanın ve panayırın nasıl bir yer olduğunu bilmiyordum. Ama benim asıl merakım ve heyecanım, kasabaya gidecek olmamdan değil oraya otobüsle gidecek olmamdan kaynaklanıyordu. Köyümüze araba yolu yapılalı çok olmamıştı. Yol yapımının devam ettiği yerlere taş, çakıl taşıyan nafa  arabaları dediğimiz sarı kamyonlar geçerdi çokça köyden. Ara sıra da şehre giden bir otobüs. O zamanlar babamın da ortağı olduğu bir otobüsümüz vardı ama ben henüz yolculuk yapmamıştım onunla. Sinop-Erfelek-Ayancık  arasında çalışıyordu.

    Büyüklerimiz öğretmişti bir araba geçerken yolun en uzak kenarına gidecek hazır ol vaziyette bekleyecek ve araba geçerken şoföre başımızla selam verecektik. Hele şoför de selamımıza karşılık verdi ise bizde de bir gurur bir gurur sormayın.  Bu uygulamanın saygının yanında arabaya alışkın olmayan biz çocukların yola fırlayıp herhangi bir kazaya sebep olmamızı engellemenin bir yolu olduğunu çok daha sonra öğrenecektik. İşte yanımızdan geçerken içinde oturan insanlara gıpta ile baktığım önünde onu çeken hayvanlar olmadan nasıl gittiğini çok merak ettiğim otobüse binecektim bende. çok heyecanlıydım çoook.

     Gece zor da olsa uyuduk. Sabah gün ışımadan annem bizi kaldırdı hazırladı. Zorla bir şeyler yedirdi aç gitmeyelim diye. Sonra yine karanlıkta babamın peşine takılarak araba yoluna kadar olan yokuş yolu yürüyerek çıktık. Köyün merkezi sayılan ; kahve , bakkal, cami ve okulun olduğu yerdeydi otobüs. Biz oraya kadar yürüdük. Orada bir kısım yolcu otobüste bir kısmı dışarda bekleyenler vardı.  Gürültülü bir şekilde, çalışır vaziyette bekliyordu otobüs. Babam bizi de bindirdi. Birazda ürkerek bindiğimi hatırlıyorum. Ben ablamın yanına cam kenarına oturdum.  Ama oturmamla kalkmam bir oldu, çünkü cam yukarıda kalmıştı dışarısını göremiyordum. Otobüs bir müddet yolcuların toplanmasını bekledi ve nihayet hareket etti. Tabi ben düşeceğim korkusu ile tekrar oturdum yerime. Hoplaya zıplaya giderken bir müddet sonra çokta korkulacak bir durum olmadığını kavradım. Önümdeki koltuğun arkasına sıkı sıkı sarılırsam düşmeden ayakta da gidebileceğimi tahmin etmem de çok sürmedi tabi ki. Yarı ürkerek başladığım o yolculukta duyduğum mutluluğu her halde kelimelerle anlatmam mümkün değil. Benim daha önce gıpta ile baktığım otobüs yolcularının arasında bende vardım.  Gün ışımaya başlayınca komşu köyleri görmek, yollarda bekleyen yolcuların otobüsü durdurmaları binmeleri, herkesle merhabalaşıp hemen sohbete başlamaları yolculuğu zevkli hale getirdi. Farklı köylerden de olsalar herkes birbirini tanıyordu.

    Uzun sayılabilecek yolculuğumuz boyunca yola yarısı boş çıkan otobüsümüz neredeyse dolmuştu. Bu arada gün ağarmış yol güzergahında bulunan evlerin önlerinde insanlar görmeye başlamıştık. yol boyunca da panayıra satmak için hayvanlarını götüren köylülere rastlıyorduk. Satışa giden hayvanların boyunlarında alınlarında dizi dizi boncuklar süsler takılıydı.

    Bir müddet sonra  geçtiğimiz köylerin aksine evlerin birbirine çok yakın olduğunu görmeye başladık. Ablam yaklaştık artık dedi. Otobüs  hızını azalttı. Evler hemen yolun dibindeydi. ototbüs evlere çarpacak korkusu yaşadığımı hatırlıyorum. 

    Nihayet otobüs bir yerde durdu ve biz de herkesle bir otobüsten indik. Babamın peşine takılarak yürümeye başladık. Ablamın elini sıkı sıkı tutuyordum. Çok kalabalıktı ve bu kalabalıkta kaybolurum korkusu yaşıyordum. Kasabanın merkezinde bir köprüden geçerken köprüde gördüğüm bir adam bana günün ilk şokunu yaşattı. Kısa kollu bir gömlek giymişti adam ve kolunun dirseğinden aşağısı yoktu. Hayatımda gördüğüm ilk özürlü insandı. Bir insanın vücudunun bir parçası olmadan nasıl yaşayacağını tahayyül edemiyordum. Çok üzülmüştüm. bütün gün ve onu takip eden günlerde gözümün önünden gitmedi adam. Sürekli nasıl yemek yiyebiliyor, çorabını giyebiliyor mu gibi sorular kafamda döndü durdu.

    Geçtiğimiz cadde ve sokaklar adeta insan seli gibiydi. Babam bizi biraz dolaştırdıktan sonra yemeğe gidelim dedi. Ömrümde ilk defa bir lokantaya gitmiştim. Çok tatlı dilli bir amca bizi karşıladı. O zamanlar bilmiyordum ama sonradan o lokantanın erfeleğin sayılı aşçılarından aşçı Yaşar'ın lokantası olduğunu öğrendim.  Şimdilerde Erfeleğin meşhur Öztürk lokantası Sebahattin Öztürk'ün babasının lokantasıydı. Babam bize ne yemek istediğimizi sordu. Benim köprüde gördüğüm adamdan sonra bir şey yiyecek halim kalmamıştı. Belki çekingenlikte vardı ben bir şey yemeyeceğimi söyledim. Boğazına düşkünlüğü ile bilinen abim mi istedi babam mı söyledi bilmiyorum bizim hepimize de ciğer yemeği geldi. O gün nedense ablamda bir şey yemedi. ben de yemedim. Abim bizim tabaklarımızdakini de yemişti ve günlerce konuşup gülünmüştü nasıl yedin o kadar ciğeri diye.

    Babam bizi mutlu etmek için elinden geleni yaptı. Benim aklıma ara sıra köprüdeki adam gelse de ilgimi çeken bir şey görünce unutuyordum. Karasu rengarenk cıvıl cıvıl dı.  Her yerde insanlar vardı. tezgahlar da cıvıl cıvıl dı. ne ararsan var. Bir tane sabun satıcısı vardı. Ahenkli ahenkli bağırıyordu. ''Ayvalık marka sabunlar'' diyerek. 80 li yıllarda gelin olarak geldiğim Erfelek'te  pazara gittiğimde aynı sabuncuyu yine aynı ahenkle  ''Ayvalık marka sabunlar''  diye bağırırken bulmam benim için büyük sürpriz olmuştu. Babam, ablam eve bir şeyler alıyorlardı. Sonra plastik bebeklerin tahta arabaların olduğu oyuncak  tezgahının önüne geldik. Babam bize bir şey alacaktı sanırım. Abim hemen arabalara bakmaya başladı babam  da '' al bir tane'' dedi. bana da '' sende bebek beğen bakalım ''  Ben bebeklere bakarken bütün oyuncaklardan farklı olan ve küçük bir platformun üstünde olan değişik bir şey vardı.  İnsan vücudu gibi kolları bacakları ve kafası olan( şimdiki oyuncak robotları andırıyordu biraz) erkek kıyafetleri giydirilmiş küçük bir erkek figürü oyuncak bir sandalyede oturuyordu. Satıcı benim baktığımı görünce Sandalyenin bir yerine dokundu ve o şey tuhaf sesler çıkartarak oturup kalkmaya başladı. Ben korktuğumu belli etmemeye çalışıyordum insanlar ilgiyle izliyorlardı. o gün oradan bir bebek almayı o kadar arzu ettiğim halde, bebeğinde canlanabileceği korkusundan istemem diye tutturmuştum. Belki de benden daha fazla bebek almak isteyen ablam da benim tepkim yüzünden alamamıştı bir bebek.

    Babam bizi bir müddet sonra çadır gibi bir yere götürmüştü. Çadırın içinde izleyiciler vardı. Bir perde açıldı. iki adam, biri yarı beline kadar çıplaktı. Birbirlerine bağırarak bir şeyler söylediler. Sonra yarı çıplak olan adama diğeri aniden bir kılıç sapladı kılıcın ucu adamın sırtında göründü ve hemen perde kapandı. çok korkmuştum. Ablam eğilip gerçek değil bu dedi ama yine de korkunçtu. Sonra perde yine açıldı. Bu sefer ortada üzeri tamamen  örtülü bir masa, onun zerinde de kocaman tencere kapağı gibi bir şey. Adamın biri masanın başında bir şeyler yapıyordu. Sonra birden kapağı kaldırdı. Kapağın altında bir genç kız kafası vardı. Kız sağa sola bakıyordu. Sonra perde tekrar kapandı ve biz çadırdan çıktık. Artık tek isteğim bir an önce eve gitmekti.

      Sonunda gitme vakti gelmiş otobüse dönmüştük. O kadar yorgundum ki dönüş yolunda hiç ayağa kalkıp camdan dışarı bakmamıştım herhalde. Başım ablamın omzunda yarı uyuklarken hiçbir gücün beni bir daha şehre getiremeyeceğini düşünüyordum. Tabi ondan birkaç yıl sonra hayat şartlarının bizi uzun yıllar yaşayacağımız İstanbul gibi dev bir şehrin göbeğine düşüreceğini tahmin bile edemezdim.          O gün dönüş yolunda ben uyuklarken abim bir daha ne zaman geleceğinin hesaplarını yapıyor olmalıydı. Ablamda bizim ne zaman büyüyeceğimizi kendinin de bizim sorumluluğumuz olmadan özgürce ne zaman bir yere gidebileceğini düşünüyordu büyük bir ihtimalle. Babam da her baba gibi çocuklarına değişik ve güzel bir gün geçirtmiş olmanın mutluluğu ve huzuru içinde dönüyordu eve. Ben o günden sonra uzun bir müddet  köprüdeki adama bakacak birinin olup olmadığını, kılıç saplanan adamın iyileşip iyileşmediğini, kapağın altındaki kızın bedeni olmadan nasıl yaşayabildiğini düşünüp durmaktan kendimi alamamıştım. Bu gün baktığım zaman o gün şok üzerine şok yaşamış olsam da iyi ki böyle bir anım da var hayatımda diyorum. Nur içinde yat babacığım. Mekanın cennet olsun.